Beslenme Şeklimizin Gezegenimize Etkisi
- Diyetisyen Ezgi Eskiocak Yunus
- 22 Eki 2020
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 19 Şub 2021
Dünya Tarihinde Vejetaryenlik/Veganlık
Vejetaryen kelimesi köken bakımından Yunanca “vegetus” kelimesinden gelmektedir. Vegetus; Yunancada hayat dolu, canlı, sağlıklı anlamına gelmektedir. Vejetaryenliğin birçok çeşidi vardır ve bu beslenme tarzında hayvansal kaynaklı ürünler kısıtlanmaktadır. Vegan kelimesi de aynı kökenlere dayanmaktadır, fakat vegan beslenme tarzında hayvansal kaynaklı ürünler tamamen beslenme düzeninden çıkarılır. Beslenme ile birlikte çoğu zaman hayvansal kaynaklı tüm ürünlerin kullanımı bırakılır; hayvanlar üzerinde test edilmiş ürünler (kozmetik ürünler v.s), gerçek deri içeren giysiler gibi hayvanların sömürüldüğü diğer alanlardaki ürünleri de veganların büyük bir çoğunluğu hayatından çıkarmaktadır.

İlk vejetaryen topluluk 1847’de İngiltere’de kuruldu. Ondan yaklaşık 100 sene sonra, 1940’larda veganlığın tanımını Donald Watson yapmadan önce, veganlığa dair bulgular bulmak pek mümkün değildi. Buna rağmen vejetaryen inanışın izlerini geçmişte bulmak mümkündür. Vejetaryenlikle ilgili ilk yazılı metinlere Antik Yunanda Orfeciler’in et yemediği bilgisi üzerine ulaşılmıştır. M.Ö 5. Yüzyılda Empodices, başka canlıları öldürmemenin erdem olduğunu söylemiştir. Yunan filozof ve matematikçi Pisagor, etik açıdan hayvanlara zarar vermenin yanlış olduğunu savunan en eski düşünürlerden biridir.
Bakıldığı zaman beslenme tarzı dini ve kültürel öğretilere göre şekillenmektedir. Müslümanların domuz eti tüketmemesi, Hindistan nüfusunun dörtte birinin vejetaryen olması gibi örneklere bakıldığında kültürel kodların beslenme düzeni üzerinde ne kadar etkili olduğu anlaşılmaktadır.

Et Tüketiminin Küresel Isınma İle İlişkisi
Vegan ve vejetaryen beslenmeye küçük bir giriş yaptıktan sonra, et tüketiminin küresel ısınma ile ilişkisinden bahsetmek istiyorum. Çoğunuzun “Nasıl yani?” dediğini duyar gibiyim. Evet, küresel ısınma ile et tüketiminin doğrudan bir ilişkisi bulunmaktadır.
Çalışmalar, dünyadaki sera gazı salınımının en az %15’inin kaynağının hayvan yetiştiriciliği olduğunu gösteriyor. Bu oran hava ve kara trafiğinin sebep olduğu sera gazı salınımından daha yüksek. Cambridge Üniversitesi’nden bazı araştırmacılara göre; sera gazı salınımında toplamda %10’luk bir düşüş, İngiltere’de yaklaşık 8 milyon aracın trafikten çekilmesiyle aynı etkiyi ifade ediyor.
Bazı çalışmalar, gelişmiş bir ülkede yaşayan bireyin tamamen vejetaryen beslenme düzenine geçmesinin, bireysel olarak sebep olduğu sera gazı salınımını %10 azalttığını gösteriyor. “Lundi Vert” olarak da bilinen “Yeşil Pazartesi” akımı; Fransa’da bilim insanları, sanatçılar ve çevre aktivistlerinin bulunduğu yaklaşık 500 kişilik bir grup insanın hayata geçirmesiyle başladı. Burada amaçlanan, her pazartesi günü halkı vejetaryen beslenmeye teşvik etmek ve et tüketiminin gezegenimize verdiği zararlara dikkat çekmektir.

Gezegenimize verdiğimiz zararlar
Dünya üzerinde bulunan tarım alanlarının %83’ü hayvancılık ve hayvan yemi üretimi için kullanılıyor. Hayvancılık için kullanılan tarım arazilerinin ihtiyacı olan su tüketimine bakacak olursak, bunu sağlamak için tatlı su kaynaklarımızın yaklaşık %20’sini harcadığımızı görürüz. Milyarlarca insanı et ile beslemek için ihtiyacımız olan hayvancılık alanlarının nasıl elde edildiğini hiç düşündünüz mü?

Brezilya Ulusal Uzay Araştırmaları Enstitüsü, yayınladığı rapor ile 2019 yılının başından beri Brezilya’da orman yangınlarının %84 arttığını belirtti. Sadece ocak ile ağustos ayları arasında 7284 orman yangını tespit edildi. Bu yangınların çok büyük bir kısmının insan eliyle, hayvancılık ve hayvan yemi üretimi için yeni alanlar açmak maksadıyla çıkarıldığı belirtiliyor. Yani; insanlığın etinden beslenmeyi uygun gördüğü hayvanlara daha fazla yaşama hakkı verilirken (ki o hayvanların ne şartlar altında yaşadıkları da bilinen bir diğer gerçek), etinden faydalanmak istemediğimiz on milyonlarca vahşi hayvanın ölmesine göz yumuyoruz. Unuttuğumuz nokta şu ki, insanlık olarak yaşamımızı sürdürebilmek için ekosistemin çok önemli bir parçası olan vahşi hayvanlara bel bağlamaktayız.

Biyo-çeşitliliğe verdiğimiz korkunç zararlar
Dünyadaki biyo-çeşitliliğin %10’u Amazon Ormanları’nda yaşamaktadır. Amazonlar, yeryüzündeki biyokütlenin, yani yaşayan ya da ölüp fosilleşen tüm biyolojik malzemenin %10’unu bünyesinde barındırmaktadır.
Fakat Amazon Ormanları uzun bir süredir özellikle hayvancılık, tarım, madencilik ve petrol arama işlemleri yüzünden yok ediliyor. Dünyada biyo-çeşitliliğin en fazla olduğu bu ormanlar iklim değişikliğinde çok önemli bir rol oynamaktadırlar. Amazon bölgesi ve bu bölgedeki tropik ormanlar yaklaşık 120 milyar ton karbonu tutarak küresel iklim istikrarına büyük bir katkı sağlamaktadır.

Tüm bunlardan sadece kırmızı et için bahsetmek doğru değildir. Bir başka et türü olan balıklar için de durum hiç iç açıcı değildir. Gelişen teknoloji ile birlikte endüstriyel balıkçılık da gelişmiştir. Sürdürülebilir olmayan balıkçılık ve aşırı avlanma yüzünden okyanuslardaki biyoçeşitlilik büyük bir tehlike altındadır. Burada en büyük problemlerden biri, bir avlanma türü olan trol balıkçılıktır. Bu yöntem ile dip bölgesindeki mercanlar, bitkiler ve balık yumurtaları ciddi anlamda zarar görmektedir. Trol avcılıkta amaç, trol adlı torba biçiminde bir ağın tekne ile çekilerek dipteki balıkların avlanmasıdır. Bu ağın göz kısımları standartlara uygun açıklığa sahip olsa bile, ağ torba şeklinde olduğu için ağın göz kısımları dolduktan sonra arada kalan küçük balıkların kaçma şansı çok düşüktür. Bu şekilde yakalanan küçük balıkların yumurtlama şansı olmayacak ve böylece sürdürülebilir balıkçılık tehlikeye girecektir, yani bir sonraki sezonlarda balık stokları azalacaktır.

Okyanuslarımızın Kötü Gidişatı
Okyanuslar, atmosferden ısı emerler. Son yıllarda gezegenimizin ısınmasını sürekli olarak absorbe eden (emen, yutan) okyanuslarda sıcaklık artışları gözlenmiştir. Bu sıcaklık artışları okyanuslardaki biyoçeşitliliği ciddi anlamda etkilemektedir. Uygun sıcaklık aralıklarının dışında yaşayan hayvanlar, solunum yapabilmek için daha fazla enerji harcarlar. Bu enerji harcaması diğer işlevlerini aksatacak düzeydedir. Bu sebeple zayıflarlar ve hastalıklara karşı daha hassas bir hale gelirler. Bu durum yeni sıcaklık rejimine hızla adapte olan diğer türlere rekabet üstünlüğü verir.
Isı emmesinin yanı sıra okyanuslar, atmosferdeki CO2’yi yutarlar. Atmosfere CO2 girdikçe okyanuslar daha çok CO2’yi absorbe eder. Buradaki CO2 ile su tepkimeye girerek karbonik asit oluşturur. Bu durum okyanuslarda asitlenmeye sebep olur.

Okyanuslar, 1750 yılından beri insan eliyle atmosfere salınan CO2’nin çeyreğinden fazlasını absorbe etmiştir (yutmuştur). Okyanus asitlenmesi, evrimsel açıdan dünya üzerinde yaşanan beş kitlesel yok oluş ile doğrudan bağlantılıdır. Günümüzde yaşanan asitlenme son 55 milyon yıl içindeki herhangi bir dönemden yüz kat daha hızlı gerçekleşmektedir. Maalesef bu hızlı değişime türler yeteri kadar hızlı adapte olamayabilirler. Çünkü asitlenme, suyun pH’ını azaltmaktadır. Mercanlar, istiridye ve midye gibi kabuklu canlılar kabuklarını kalsiyum karbonattan oluşturmaktadırlar. Suyun pH oranı azaldıkça bu canlılar kabuklarını ve iskelet maddelerini oluşturmakta zorlanmaktadırlar. PH değişimine adapte olamayan mercanlar hızla ölmeye başlamaktadır ve çok fazla canlıya ev sahipliği yapan bu mercanlar öldüğü zaman bunun hiçbir şekilde geri dönüşü yoktur.

İnsanlık olarak unutmamalıyız ki, yaşamak için doğaya muhtacız. Doğa ile uyumsuz yaşamaya devam edersek doğa ile birlikte bizim için de kaçınılmaz son pek yakında gelecektir.
Peki insanlar olarak ne yapabiliriz?
Birden tüm insanlığın et yemeyi bıraktığını bir düşünün. Bunun karşısında daha büyük problemler ortaya çıkabilir. Çünkü dünyada hayvancılık ve bunun getirdiği yan dallarda çalışan çok fazla insan mevcut. Her beslenme tarzında avantajlar ile birlikte dezavantajlar da bulunur. Eğer bu okuduklarınızdan sonra et tüketimi sizi rahatsız ediyorsa bunun üzerine oturup düşünmelisiniz.
Beslenme düzeninizi tamamen değiştirmek istemeyebilirsiniz. Fakat daha yaşanılabilir bir gelecek için sebze ağırlıklı beslenme düzenine geçmek bizim elimizde. Haftada sadece iki gün et ile beslenip, bunu da endüstriyel olmayan, sürdürülebilir ve organik tercihlerle sağlayabiliriz. Şimdiye kadar yapılan çalışmalar et tüketimini azaltmanızın hem sizin hem de doğanın sağlığı açısından ne kadar faydalı olacağını göstermiştir. Daha sürdürülebilir bir yaşam tarzı için insanlık olarak durup düşünmenin vakti geldi.

Diyetisyen Ezgi Eskiocak Yunus
Comments